Modern Agorada Barbarlıklar Çatışması

Ne zaman bir Sema Kaygusuz metnini elime alsam kadim bir bilgelik kitabından kopup gelmiş sayfaları okuduğumu hissederim. Geçmiş, şimdi ve geleceğin birleştiği bir noktada durur; yaşadığım coğrafyadan dünyaya, oradan da bütün evrene açılan oda ve koridorların önümde uzandığını görürüm. Kaygusuz hangi kelimeye dokunursa onu baştan yaratır, adsız duygulara ad verir, sonra da okura emanet eder kelamı. Anlamların üzerinde biriken tozu silkeler de okurun görüşü böylelikle berraklaşır sanki. Son romanı Barbarın Kahkahası’nda bir çocuğun büyüme serüvenini, insan-hayvan-doğa arasındaki dinamikleri ve moteli karıştıran muzip bir çiş hadisesini, “av” ve “avcılık” metaforlarının lokomotifliğinde işlerken faşizmin en derin köklerine inmiştir. Romanın “barbarlık”, “uygarlık”, “tarih”, “şiddet”, “katliam”, “Doğa” gibi temel meselelerinden hangi biri kazınsa altından “faşizm”in bir başka yüzünün çıkması mümkündür.  Günümüzde kakofonik bir kavram halini alan, her seslenişte ağızlarda biraz daha çürüyüp kokuşan bu kara kelime Kaygusuz’un romanında asıl yerini bulmuş gibidir.

Belli bir merkez kişisi yoktur romanın. Aralarında adını koyamadıkları bir çeşit aşk-nefret ilişkisi olan Melih ve İsmail de oradadır, tutkulu genç sevgililer Eda ve Ufuk da,  kalabalık aile de, sessiz ve gizemli çift Turgay ve Nihan da, deontolog Simin de, motelin müdürü Ferhan, motel çalışanlarından Alikâr ve Selçuk da, bahçıvan da, “Türklük” bilinci hayli gelişmiş Okan, onun dedikoducu karısı Serpil ve avcılığa merak saran küçük oğulları Ozan da… Neredeyse her etnik, kültürel, ekonomik sınıftan insanın toplandığı motelde baskın bir ses yerine biteviye bir uğultu var gibidir. Yazar, bu yolla hem bir toplum mu yoksa bir toplamdan mı ibaret olduğumuzu, hem de bir arada yaşama pratiklerimizi sorgulamaya imkân bulur. Herkesin kendi sırrını, öfkesini, vicdanını, zulmünü, korkusunu, merhametini, adaletini yanında getirdiği bu tatil mekânının kilit ismi Ozan’dır bana göre. Ozan ve onun öldürdüğü hayvanlar moteldeki karmaşanın tam da ortasındadır. Doğa ve uygarlık arasında mekik dokuyan Ozan’ın bir avcı olarak büyüyüşüne şahit oluruz romanda. Ozan, ilkel ve uygar insan arasındaki ikilemin de düğümüdür. Her geçen gün avcılıkta biraz daha ustalaşan çocuk, barbarlıklar çatışmasının sahnelendiği oyun alanındadır.

 

Oyuncu Tanrı / Büyücü İnsan

Ozan, zıpkınla balık avlamak için ilk kez, bir başına denize açıldığı gün şnorkeliyle suyun altını incelerken annesiyle arasındaki “Mobius şeridini yeniden yaratıyordur.” Denizde biyolojik annesinden başka bir anne buluyor, göbek kordonunu doğa anaya bağlıyordur farkında olmadan. Ozan, aslında ilk defa gerçek anlamda Doğa’yla karşılaşmıştır. En nihayetinde bir şehirli için deniz kenarındaki motel de doğadır ama motelin sınırları içerisinde kalan arazi aslında ehlileştirilmiş bir doğa parçasıdır; büyük Doğa’dan arta kalan kırıntıdır yalnızca. Oysa Ozan motelin sınırları içerisindeki bu kontrollü doğa parçasının çok uzağındadır artık. Gezintisi sırasında bir halata takılan şnorkeli gözlüğüyle birlikte denizin dibini boyladığında denizin ortasında öylece kalakalmış, yapayalnız ve çaresiz bir çocuktur. Kendini bir anda içinde bulduğu tekne mezarlığı, önünde dikilen sert kayalıklar hiç de öyle pitoresk bir tabloya benzemiyordur. Doğa, ona pek de şefkatli davranmayacaktır. Midyeler dizinde kesikler açar, kayalara tırmanmak için çabalarken yeni darbeler, çizikler alır. Önce denizle, sonra kayalıklarla mücadele eder. Kayalıklarda bir keçiyle karşılaşır. Ozan, kendisinin aksine kayalıklarda zorlanmadan yol alan hayvanı hayranlıkla izler. Keçi, onda yeni ihtiyaçlar yaratır. “Sekme ihtiyacı, sıçrama ihtiyacı, tökezlemeden koşturmaca ihtiyacı. Keçi keçiydi. Bir keçiye imrenmenin ezikliğini yerle bir edip denizin deniz, taşın taş, tenin ten olduğunu belleti[r].” (Kaygusuz; 2015, 25) Keçi, “uygar” insanın Doğa karşısında zayıf kalan naturasını gözler önüne serer. İnsan, Doğa’nın azametine nispetle küçük, aciz ve zavallıdır. Bir keçi, Doğa’yla nasıl baş edebileceğini bilir, “uygar” insansa Doğa’da çaresizdir.

Ozan keçiyi takip ederek, takip ederken de taklit ederek içine düştüğü cendereden kendini kurtarır. İlk hakiki serüvenini de böylece yaşamış olur. Bu serüven, Ozan’a benzersiz bir hayat deneyimi kazandırır ve onu olgunlaştırır. İnsan deneyiminin uç sınırı ölüme yaklaşmaktır. Zıpkınıyla çıktığı balık avında yaşadığı beklenmedik macera Ozan’ı bu sınıra yaklaştırır. Ancak Ozan sınırdan üstelik bir ganimetle dönmeyi başarır. Koca bir fenerbalığı avlamıştır. Bazı ilkel toplumlarda avlanmak, bir çeşit erginlik ritüeliydi, çocuk ilk avıyla erkekliğe adım atar ve avına uygun bir ad alırdı. Agamben’e göre, “batınî ritüellerden geçen ergin, …pathema’da kendi ölümünü deneyimler.” (Agamben; 2010, 24) Pathe matos, “learning through suffering/acının içinden geçerek öğrenmek” demektir. Melih’in de ilk avından bahsederken söylediği gibi, “insanın yiyeceği hayvanı avlaması bir badiredir.” Kişi bir bedel öder, “kanın içinden geçer” ve böylece büyür. Ozan bu ilk avının bedelini hem suya, hem toprağa kanını damlatarak Doğa’ya ödemiştir.

Avcılık, bize ilk insanlardan kalan bir mirastır. Ozan, ilk avından dönerken paleolitik çağdan gelen o en eski insan gibidir. Zıpkınının ucundaki balık da “Dünya âleme kurban edilen bir sunu gibi gösterişli”dir. Kaygusuz, Ozan’ı “Gördüğü her şeyi yeniden yaratmaya kalkışan oyuncu bir tanrı ile gördüğü her şeye ad vermeye hazır büyücü insan arasında,” bir yere koyar. Çağlar öncesinde yaşamış, henüz Doğa’dan kopmamış, “yozlaşmamış” o en eski insandır Ozan. İçimizdeki ilkel içgüdüler Ozan’da somutlaşır. Çocuğun yarı vahşi doğası da çağırmıştır belki o ilk insanı. Çocuklar toplumla bütünleşme sürecini tamamlamamışlardır. Ozan tam da bu kritik eşikte Doğa’yla karşılaşır. Denizden avıyla ağır ağır sahile yaklaşan çocuk, zıpkınıyla balık avlamaya giden çocuk değildir artık. Tarih-dışılaşmıştır. Çünkü “tarih her zaman doğanın temel düzenine karşı yapılmıştır.” (Gasset; 1997, 90) Ancak motel sınırlarının içine girdiğinde, yeniden tarihin ve uygarlığın sınırlarına girmiş olur; “büyücü insan” ya da “oyuncu tanrı” değil de “bir” çocuktur yine. Ozan, bu sınırlarda anne-babasının yani devletin, toplumun yasalarına tâbidir. Yasalar ebeveyn kisvesiyle karşısına dikilir Ozan’ın. Sıkı bir azar işitir, balığı denize atılır, annesi zıpkınını saklar ve önüne yasaklar konur.

Balık, Ozan’ın tek avı olmayacaktır. Bütün yasaklamalara rağmen yine motel sınırlarının dışına çıkar. Bu sefer bir kaplumbağayla döner. Avladığı kaplumbağayı ebeveynlerinin oturduğu masanın üstüne bırakır. Üstelik annesinden bu kaplumbağayı ona pişirmesini ister. Fakat yine paylanır, ceza alır ve kaplumbağası motelin sınırındaki zeytin ağacının yakınına gömülür. Ozan’ın üçüncü avı bir yılandır. Başını taşla ezmiştir. Herkese göstere göstere yılanla motelin mutfağına ilerler, bu sefer avını elleriyle pişirmek niyetindedir. Kaygusuz, “[..] yılanı taşıyan çocuk, her devinimde kendine gönderme yaptı. İki şeyi birleştirmekle kalmıyor, birleştirdiği iki şeyi göz göre göre dünyaya yerleştiriyordu. Katkısız varlığı tümüyle yılanla işaretliydi,” (Kaygusuz; 2015, 120) sözleriyle betimler Ozan’ı.  Ozan, avladığı her hayvanla “o” hayvana dönüşür, Doğa’ya bir adım daha yaklaşır. Av etinden yediğinde hem avının, hem Doğa’nın bir parçasını benliğine katmış olacak ve nihayet Ozan ve hayvan, Ozan ve Doğa bir olacaktır. İlkel toplumların, “büyücü insan”ın inancıdır bu gerçi ama avcılığın ilk çağdan bu yana değişmeyen özüdür de aynı zamanda. “Avı izleyen, izlediğinin görüşünü kendi görüşüne katamazsa avını izleyemez.” (Gasset; 1997, 93). Ozan, son avı keçiyi sırtlanıp getirirken bütün motelin gözü şaşkınlık ve korkuyla ona dikilmiştir. “Gördükleri çocuk, bildik bir çocuk olmaktan öte kendi erginleme törenini gerçekleştirmiş bir kişiydi. Oğlanın yüklendiği hayvanın kafası belirginleşti uzaktan. Sarkık. Ozan’ınkinden başka bir kafa. Gözler kapalı. Yay biçimli kara boynuzlar. Ölmüş olmaya alışan varlık, ne evcil ne de hâlâ yaban. Ozan’ın sol kolu büsbütün kan.” (Kaygusuz; 2015, 147) Erginleme ritüelinin son basamağındaki Ozan avıyla bedensel olarak tamamlanmış gibidir.

 

Günahsız Keçi: “Arsızlıkların zanlısı”

Avcılık sadece insana ait bir eylem değildir, bütün zoolojik türler arasında av-avcı ilişkisi vardır. Av olayı, yeryüzündeki yaşamı Doğa’nın lehine düzen altında tutmayı sağlar. Ancak “belirli bir sınırın aşılması halinde avcı/av ilişkisi salt katliam ve yok etmeye dönüşür.” (Gasset; 1997, 32) Avcının eylemi, hayatta kalma çabasının ötesine geçtiğinde katliam olur. “Doğal”/ilkel insan, habitusuyla belli bir uyumu yakalamışken uygarlaşan insan, doğaya, insana, “alt” kültürlere hükmetme tutkusuna düşmüştür. Beyaz-erkek-insan kendini neredeyse evrenin tek hâkimi konumuna yükseltir. Bu hâkim zihniyet Lévi-Strauss’un, “kültürel çeşitlilik” adını verdiği olguyu yadsımaktır. “Kurtarılması gereken çeşitlilik olgusudur,” der Lévi-Strauss ve devam eder: […] uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli kalmış potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir arada yaşama eğilimlerini dürtüklemek ve ayrıca alışılagelmiş şeyler sunması kaçınılmaz olan bütün bu yeni toplumsal ifade biçimlerini şaşırmaksızın, tiksinmeksizin, karşı çıkmaksızın karşılamaya hazır olmak gerekmektedir.” (Lévi-Strauss; 2013, 62-63) Ne farklı kültürleri, ne farklı türleri dışlayan hoşgörülü bir dünya koalisyonu umudu insanlığın kurtuluş yollarının en temizidir belki.

Ozan, avladığı keçiyi bahçede toplanan motel sakinlerinin önüne bıraktığında antik çağların agorası yerine bir motel bahçesindedir. O yüzden de “uygarlaşmış” bir toplumun mikro modeli sayabileceğimiz motel sakinleri için Ozan, gözlerinin önünde her geçen gün biraz daha büyüyen, bir psikopat, bir katil, bir küçük “barbar”dır. Romandaki tek “barbar” Ozan değildir üstelik.  Motel sakinlerinin huzurunu kaçıran faili meçhul çiş eylemcisi de Ozan’ın sıfatına ortaktır. Biri kan döker, diğeri öteyi beriyi çişe bular. Kan, idrar, dışkı, tükürük, ter vb. mahrem vücut ifrazatlarıdır. O yüzden de “dışkısını gizlemeyen kişi diğerine hakaret etmekte, ona saygı göstermemektedir.” (Freud; 2014, 58) Ortak bir alana dışkılamak ya da bir hayvan leşini ortalık yerde sergilemek bedenin de toplumun da sınırlarını aşan cüretkâr eylemlerdir; her ikisi de uygar bir insanın değil, olsa olsa bir hayvanın ya da bir barbarın yapacağı türden işlerdir.

Simin, moteldeki sidik hadisesine hoşgörülü yaklaşan nadir insanlardandır. Bilgelik dolu reçetelerinden birinde Ozan’ın avcılık merakı ve “çiş kargaşası” arasında müphem bir bağ bulduğunu söyler. “Müphem bağ” her iki eylemin de gündelik hayatlarımıza sızmış sıradanlaşmış barbarlığın altını koyu bir kalemle çizmesidir. Asıl barbarlık dedikodularımızda, açık/gizli ihanetlerimizde, “masum” yalanlarımızda, inkârlarımızda, fırsatçılıklarımızda, bencilliklerimizde, hor görmelerimizde, dışlamalarımızda, ithamlarımızda, alkışlarımızda, kargışlarımızda, kendimizle/ötekiyle yüzleş(eme)melerimizde saklıdır. “Evcil hayatlarımıza sızmış biri çocuk, diğeri yetişkin iki barbar hicveden bir kahkahayı, karşılıklı atışan âşıklar gibi tamamlıyorlar. Gözümü kapatıp kulak kesilsem, bütün serzenişleri, teessüfleri, küfürleri, dedikoduları, yüzleşmeleri, müptezel pazarlıkları süzsem, insanın içini gıcıklayan o gizli kahkahayı duyacakmışım gibi geliyor,” (Kaygusuz; 2015, 124-125) der Simin. Barbarlık sadece katletmek değil, katle seyirci ve sessiz kalmaktır da. Barbarlık, mağduru “feryatsız duymak”taki yetersizliğimiz, duyusal otistikliğimizdir. Bütün bu minör barbarlıklarımızın üzerine bir de Simin’in ve Nihan’ın mağduru olduklarına benzer katliamların -hani Okan’ın şu saya saya bitiremediği- nicelerini ekleyince Ozan’ın avı da, “çiş kargaşası” da neredeyse masum kalır. Uygarlık, bir illüzyondan ibarettir yalnızca.

Bir çocuğu şekillendiren çevredir. Şiddet kültürünün içinde büyüyen bir çocuk da söz konusu şiddetten önünde sonunda nasibini alacaktır. Babası Okan’ın düşmanca söylemi, Faruk’un Turgay’ı yumruklaması, İsmail’in Melih’i ısırması, bahçıvanın bir kalemde işten atılması, havada uçuşan hakaretler, küfürleşmeler… Belki Simin’in dediği gibi babasına yaranmak için çıkar ava ama aştığı sınırlarda insanı hayvana bağlayan kökleri bulur. Onu yozlaştıran toplum ve tarihtir. Kabul görebilmek adına artan şiddete denk kurbanlar sunar her seferinde topluma, ancak onların gözü sadece “barbar”ı görür.

Günümüzde “barbar” kelimesini bize yabancı inanış, düşünce ve yaşama biçimlerini benimsemiş her topluluk ya da birey için kullanırız. Biz “iyi”, “doğru” ve “mükemmel”ken onları “barbar” ve eşlikçisi “ilkel”, “yabani” gibi isimlerle niteleriz. Birbirimizin aynası olduğumuzun kaçımız farkındadır ki? Pis koku, yıkanmamış insanlıktan yükselir. Oysa Freud’un da ima ettiği gibi insan her zaman kendi dışkısının kokusunu değil başkalarının dışkısının kokusunu itici bulur. Ozan, yaşadığımız coğrafyanın, hatta bütün insanlığın önüne bir günah keçisi atmıştır.

Barbarlık, tarih boyu başka düzlemlerde yinelenir.  İnsanlığın kültürel varoluşundan kaynaklanan dengesizlikse, farklı görünümlerle sürekli ayakta kalır. Sonuçta altında kaldığımız, tek bir büyük felaketin yıkıntılarıdır aslında. Benjamin, “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan alabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır,” (Benjamin; 2014, 43) der. Kaygusuz, şefkatli bir okşayışı salık vermiştir belki romanının daha başında ama Benjamin’in öğüdüne kulak verip “tarihin havını tersine tarama”yı da ihmal etmemiştir. Yeryüzünün tarihini zaferler ve yenilgiler yerine, katliamlar tarihi olarak okumak gerekir belki bir kez de.

 

KAYNAKLAR

Agamben, Giorgio. Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme, çev. Betül Parlak, Kanat, Mart 2010.

Benjamin, Walter. “Tarih Kavramı Üzerine,” Son Bakışta Aşk, çev. Nurda Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis, Kasım 2014.

Freud, Sigmund. Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis, Aralık 2014.

Gasset, José Ortega y. Avcılık Üstüne, çev. Derin Türkömer, YKY, Eylül 1997.

Lévi- Strauss, Claude. Irk, Tarih ve Kültür, çev. Haldun Bayrı-Reha Erdem-Arzu Oyacıoğlu-Işık Ergüden, Metis, Ekim 2013.

Kaygusuz, Sema. Barbarın Kahkahası, Metis, Nisan 2015.

 

(Evrensel Kültür, Ağustos 2016)

Yorum bırakın