ÖYKÜNÜN ÖZERKLİK TARİHÇESİ İÇİN BİR DENEME

“Hikâye” ve “öykü” sözcükleriyle beraberlerinde getirdikleri ya da sonradan kazandıkları anlamlar arasındaki dinamik ilişkinin; “hikâye”nin edebiyattaki hâkimiyetini, bir ‘türedi’ sözcükle, “öykü”yle önce paylaşmasının, arkasından yerini yavaş yavaş ona bırakmasının türün hesabına da bir karşılığı vardır elbette[1]. “Öykü”nün yazın sahasında yaygınlık kazanmasının bir sebep mi, yoksa sonuç mu olduğunu anlamak için tek bir kalın hattı takip etmemek, öykü birikimine, tartışmalara, etkilere, hâkim atmosfere, yayıncılık faaliyetlerine eşzamanlı olarak bakmak gerekiyor. Sözcükler, türün tarihsel süreciyle beraber okunduğunda bir anlam kazanıyor ancak.

20. Yüzyıl Türkçe Şiiri İçin “Minör” Bir Perspektif

Umberto Eco, iki temel listeleme tipinden bahsediyordu: Pratik (pragmatik) listeler ve şairane (edebi / estetik) listeler. Pratik listelerin, nesne/l karşılıkları vardır ve tutarlıdır; şairane listeler ise sınırsızdır, bu tip listelerin içine sonsuz sayıda nesne, insan, olay yerleşebilir. Benim listem ne pratik ne şairane. Hem pratik hem şairane. Birebir kitap nesnelerinin kendisi yerine bir fikre işaret eden temsili bir liste bu. 20. yüzyılın Türkçe şiirine bir kez de kadın şairin deneyimi üzerinden bakmaya çalışan, onun şiirdeki eylemini değersizleştirmeden! bakmaya çalışan bir liste:

Edebiyatçıdan Köşe Yazarı… ve “540 Metre Derinde”

"İki çelişki ekseni var. Dikey çelişki (sınıfsal çelişki, sömürü çelişkisi). Ve... Yatay çelişki (temel çelişkiymiş gibi dayatılan ikincil çelişki). Kitaplarda yoktur bu kavramlar. Ülkemizin özgül, özgün, eskil, güncel karmaşalarını gözleyerek düşüncelerimi arılaştırmak istedim... İki kavramı da böyle ürettim... Her ülke için geçerli sorular, her ülke için değişik, yerli yanıtlar bulmalıdır. Sözgelimi, bir Almanyalının dikey-yatay çelişkileri ile bir Türkiyelinin soruları yanıtları aynı olmayabilir."

DOKUZUNCU HAŞMET VE ROMAN ÜZERİNE İBRAHİM YILDIRIM’LA SÖYLEŞİ

En iyisi bu soruyu bizde pek bilinmeyen Manes Sperber’e giderek yanıtlayayım: Avusturyalı bu yazara göre, 19. yüzyıla kadar yazarın herkes için yazdığı anlaşılabilir durum değildi, 19. yüzyılda ise yazma özellikle roman yazma konusuna olası gelir kaynağı gözüyle bakıldı… İşte gelir kaynağı gözüyle bakılıp, iş iyice abartılıp işin içine bambaşka unsurlar katılarak göz boyanmaya çalışıldığında edebiyat edebiyat olmaktan çıkıyor: Böylece yazar tüccar, okur ise onun ticari ortağına dönüşüyor. Dürrenmatt’a göre ise bu eğilim neredeyse şeytanla anlaşmadır. Dürrenmatt, “Meslek Olarak Yazarlık” adlı yazısında bu durumu “Ruhun da bir fiyatı vardır.” diye açıklamıştır… Umarım yeterince açıklayıcı olmuşumdur.

Oyalanmak Üstüne Bir Güzelleme

Yazmada direnç kazanmak, hiçbir kolay’a yenik düşmemek gerek. Yazıyı katlamak gerek, yazıyı katlamak için de oyalanmaya katlanmak. Fikirleri, cümleleri kelimeleri cebimize, sırt çantamıza atmak, onlarla sokaklarda dolaşmak, manzarayla kıyaslamak, hayatla çarpıştırmak gerek. Yoksa ne kalır elimizde? Ben söyleyeyim: Sıkı bir elekten geçmemiş duyarlıklar, yeterince seçkinleşmemiş bir estetik, çiğnenmekten yıpranmış deyişler, çırpıştırılmış fikirler... Sonuçta okuduklarımız da ‘dilsiz’ gelir bize.

Kaplumbağanın Kaderi

Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti kitabında ormanın, ‘anlatı metninin’ bir metaforu olduğunu söyler; üstelik yalnızca masalların değil, bütün edebî metinlerin... Edebiyat üzerine yapılmış onlarca benzetme içinde en yakışanı, ormandır bana sorarsanız. Her metin başka bir keşif heyecanı sunar çünkü. Elbette orman metaforu yazarların şahsiyetleri ve üslupları doğrultusunda değişkenlik gösterebilir. Bazı yazarların metinleri küçük sık bir koru, bazılarınınki sakin bir park, bazılarınınki de Borges’in dediği gibi ‘yolları çatallanan bahçe’ olabilir. Çağdaş edebiyatımızda, yalnızca metnin, okura yaşattığı keşif heyecanıyla değil ruhuyla da bana bu orman metaforunu en çok çağrıştıran yazar, usta öykücümüz Haldun Taner’dir.

“Sizde azıcık ‘yarın’ bulunur mu?” YA DA EDEBİYATIN ÜÇ ZAMANI

"DÜN binlerce kişinin haldır haldır okuduğu, eleştirmenlerin öve öve bitiremediği yazarları düşününüz… Onların edebiyata bir şey katıp katmadığını düşününüz… BUGÜN’e niçin kalmadıklarını anlayacaksınız. YARIN onların adlarını da, benim bu soruşturma yanıtında andığım adlar gibi sayacaklar. BUGÜN’e de aynı bilinçle bakınız; iki sözcüğü doğru dürüst yan yana getiremeyen “ünlü” yazarlarımızı, “değer abartma” ve “değerleri yeterince anlayamama” özürlüsü eleştirmenlerimizi DÜN’den BUGÜN’den YARIN’a değerlendirmeye çalışınız. Onların DÜN’lerinin hep DÜN, BUGÜN’lerinin hep şu zavallı BUGÜN olduğunu görürsünüz. YARIN’ları da bu yüzden yoktur."

Modern Agorada Barbarlıklar Çatışması

Barbarlık, tarih boyu başka düzlemlerde yinelenir. İnsanlığın kültürel varoluşundan kaynaklanan dengesizlikse, farklı görünümlerle sürekli ayakta kalır. Sonuçta altında kaldığımız, tek bir büyük felaketin yıkıntılarıdır aslında. Benjamin, “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan alabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır,” (Benjamin; 2014, 43) der. Kaygusuz, şefkatli bir okşayışı salık vermiştir belki romanının daha başında ama Benjamin’in öğüdüne kulak verip “tarihin havını tersine tarama”yı da ihmal etmemiştir. Yeryüzünün tarihini zaferler ve yenilgiler yerine, katliamlar tarihi olarak okumak gerekir belki bir kez de.